Anasayfa Genel Aziz sancar ülkemize katkıları

Aziz sancar ülkemize katkıları

by kacgun

Aziz Sancar’ın bilime altı büyük katkısı

Soru: İnsan biyolojisiyle ilgili birçok sorun üzerinde çalıştın, bu sorunlara çözümler getirdiniz ve dünyaca takdir edilen başarılar elde ettin. Öncelikle sizden yaptığınız bilimsel çalışmalar arasında önemli katkılarınızı sıralamanı istesem.

Sancar: Kendi sıralamam şöyle:

1) Maxicell: OED

2) FOTOLİYAZ (Photolyase), DNA onarım mekanizması

3) Nucleotide excision repair (exinuclease), DNA onarım mekanizması: OED

4) Transcription-coupled repair, DNA onarım mekanizması 5) “Molecular Matchmaker” kavramı

6) Kriptokrom (Cryptochrome) denen ve biyolojik saati yapan dört temel proteinden biri olan pigmentin insanlarda keşfi

Soru: Bu katkılarını kısaca açıklar mısın? Sancar: Açıklamaya çalışacağım. Ama şunu söyleyeyim ki bu katkıların bazıları birkaç cümleyle izah edilebilir, ötekilerini anlatmak için daha fazla ayrıntıya girmek gerekecek.

1) MAXİCELL: Türkçe’ye “Büyük Hücre” diye çevirmek mümkün. Genetik mühendisliğinde kullanılan temel bir yöntemdir ve bu yöntemi doktora öğrencisi iken icat ettim. Klonlanmış genlerin yaptığı proteinleri bulmak için çok kullanılmıştır. Örneğin; hepatitis (sarılık) aşısı için kullanılan virus proteinini bulmakta kullanıldı. “Maxicell” benim ürettiğim bilimsel bir sözcüktür ve OED of Biochemistry and Molecular Biology’ye geçmiştir. Bu sadece iki sayfalık bir makale olmasına rağmen 1000 üzerine atıf yapılarak en çok atıf yapılan makalem olmuştur.

Bilimsel hayatım boyunca üzerinde sürekli calıştığım konu DNA onarımıdır ve ben Maxicell’i –büyük hücre- DNA onarımı yapan enzimleri arıtmak için icat ettim. Fakat genel bir yöntem olduğu için binlerce araştırıcı bunu her türlü protein için kullandı. Aşağıda izah etmeye çalışacağım öteki bilimsel katkılarım, biri hariç, diğerleri DNA onarımı ile ilgilidir.

2) FOTOLİYAZ (PHOTOLYASE) DNA ONARIM MEKANIZMASI: Fotoliyaz enzimi güneş ışığındakı mor ötesi ışınların DNA’da yaptığı timin dimeri denen tahribatı onarır. Enzimin ilginç bir yönü mor/mavi ışık enerjisini kimyasal enerjiye çevirmesidir. Biyokimyada bilinen binlerce enzimden ışık enerjisini kullanan tek enzimdir.

Fotoliyaz, doktora hocam Profesör Claud Rupert tarafından 1958’de keşfedilmişti. Ancak bütün çabalarına rağmen hocam ve bir sürü araştırıcı enzimi arıtamadıkları için, bir türlü bu enzimin güneş ışığını kimyasal enerjiye nasıl çevirdiğini çözemediler. Ben doktora çalışmam için bu enzimin genini klonladım ve genin yaptığı proteini bulmak için Büyük Hücre, Maxicell Yöntemini icat ettim.

Bu yöntemi kullanarak enzimin miktarını artırdım ve çalışma mekanizmasını çözdüm. Çözmek için de genetik yöntemlerden kuantum kimyasına kadar her türlü yöntemi kullandım. 33 yıldır bu enzim üzerinde çalışırım. Bilim dünyasında bu enzim Sancar’ın enzimi diye bilinir, ve bu enzim üzerinde yaptığım buluşlar Amerikan Bilim Akademisi’ne seçilmemde büyük katkı yaptı.

Fotoliyaz, bakteriden bitkilere, balıktan kanguruya kadar birçok canlının, yeryüzünde hayatın gelişmesi ve devamı için önemli bir rol oynamıştır. Ancak bilinmeyen bir nedenle insanda ve bir sürü başka memeli hayvanda bu enzim yok.

3) DNA ONARIM MEKANİZMASI- NUCLEOTIDE EXCISION: Bu mekanizmada hasarlı DNA sarmalının zinciri, dimeri kapsayan birkaç yakındaki bazla kesilip atılır. Meydana gelen boşluk sarmalın öteki zinciri kullanılarak DNA polimeraz tarafından doldurulur. Bu onarım mekanizmasının üç önemli niteliği var.

Bir, Fotoliyaz sadece timin dimerini- hasarı onarabilir, Nucleotide excision repair hem timin dimerini hem de DNA bazlarında kimyasal ve fiziksel binlerce zararlı etkenin yaptığı tahripleri tamir eder.

İki, DNA onarımı için ışık enerjisi yerine kimyasal enerji kullanır.

Üç, enzim sadece zarara uğramış bir veya iki bazı değil onların etrafındaki 12 bazı (bakterilerde), veya 27 (insanlarda) bazı kesip atar. Bu mekanizmanın varlığı 1964’te algılanmıştı. Ancak mekanizma bilinmiyor ve birbirine zıt bir sürü teori ileri sürülüyordu.

Ben ve ekibim hem bakterilerdeki hem de insanlardaki ikili-kesim (dual incision) mekanizması ile tahrip olmuş bazın 12 veya 27 bazlık bir zincir halinde DNA’dan kaldırıldığını gösterdik. Bu enzim aktivitesine excision nuclease (excinuclease) adını verdim ki bu da OED of Biochemistry and Molecular Biology’e yaptığım ikinci katkıdır. Bu bütün biyokimya ve moleküler biyoloji kitaplarına girdi. Ayrıca ünlü Science dergisinin “Yılın Molekülü: DNA Onarım Enzimi” sayısında bu makalem yayınlandı.

Soru: Bu onarım mekanizmasını nasıl aydınlattınız?

Sancar: Daha basit olmaları düşüncesiyle önce bakterilerde işe başladım. Bakteride üç protein gerekli, üçünü de arıttım ve test tüpünde bunun DNA’yı nasıl kesip biçtiği ve tamir ettiği olgusunu aydınlattım. Bunu ilk 1982’de keşfettim.

BİR ALLAH BİLİYORDU, ŞİMDİ DE BEN

Soru: Peki bu sistem insanlarda nasıl çalışıyor?

Sancar: İnsanlarda durum daha karmaşık. Genetik araştırmalar sonucunda en az 7 genin gerekli olduğu biliniyordu ve birçok araştırıcı bu genleri klonlayıp sorunu çözmeye uğraştılar. Ben genetikçi olmadığım için biyokimyasal yöntemlerle konuyu aydınlatmaya karar verdim ve bu nedenle onarım mekanizmasını anlamak için çok hassas bir test geliştirdim. Bu testi kullanarak DNA’nın insanlarda nasıl onarıldığını, yani 27 bazın bir zincirden nasıl kesilip atıldığını ve yerine yeni ve sağlam bazların konulduğunu gösterdik. 7 değil 16 genin gerektiğini gösterdik.

Bu keşif hayatta bana en çok memnuniyet veren keşiftir. Hatırlıyorum, bu keşfi yaptığım gün kendisi de biyokimyacı olan eşime gittim ve dedim ki “Şimdiye kadar tek Allah’ın bildiği önemli bir şeyi bütün dünyada bu an bir ben biliyorum”. Bu keşfi bilim dünyasına ilan eden makaleyi, bakteri excinuclease’ini keşfetmemizden tam 10 yıl sonra 1992’de yayınladık.

Hatırlarım, 1-2 yıl önce bir araştırıcı arkadaşla bilimsel buluşların manevi ve maddi değerlerini konuşuyorduk. Bana bu keşfime maddi bir değer biçmemi istedi. “Sana on milyon dolar versek bu buluşu bir başkasına verir misin?” derlerse hiç düşünmeden “Yok” derim. Çünkü keşif her türlü maddi ödülün dışında bana nadiren bulabildiğim bir iç sükuneti vermiştir. Ayrıca, gelecek kuşak Türk araştırıcıları biyokimya ve moleküler biyoloji derslerinde bunu görüp “Bu keşfi bizden biri yaptı” diyebilecekler. Onlara bu güveni vermekle memleketime hizmet ettiğimi hissediyorum.

ONARIMIN ÖNEMİ NEDİR? GÜNEŞ ALTINDA YATARSAK?

Sancar: DNA’da olan zararı gidermezsen mutasyon olur, kanser olur ya da hücre ölür. Yaşlılığa sebep olur. Bu nedenle bu mekanizmaların varlığı hayatı sürdürebilmek için çok önemlidir.

Soru: Bu mekanizma doğal yaşlanma sürecine etki yapmıyor mu? Başka şeyler onarmıyor mu?

Sancar: Evet, yapıyor. Ama herşeye rağmen biyolojide mutlaklık yoktur. Enzim bütün kapasitesiyle sürekli çalışsa yine de yakalayamadığı baz zararları ve onların neden olduğu mutasyon, hücre ölümü gerçekleşir. Ayrıca, bizim yaşlanmamız önüne geçilemeyecek bir gerçektir. Ancak sağlıklı yaşam tarzıyla yaşlanma geciktirilebilir.

Örneğin, güneş altında 10 dakikadan fazla yürürseniz insan derisinde timin dimeri hasarı oluşur, bu enzim bunları tamire yetiyor. Ama gidip güneşte saatlerce yatarsanız bunlar birikiyor ve enzim onların verdiği zararla yarışamıyor. Belli bir dereceye kadar enzim zararı tamir edebiliyor, bu düzeyi aşarsan bunları tamir edemiyor.

Soru: Bu tamir mekanizmaları durmadan çalışıyor mu, mesela şimdi?

Sancar: Evet, ona fazla iş yüklendi mi altından kalkamıyor. Oksidatif metabolizma ve benzeri gibi etkenlerin DNA bazlarında yaptığı değişimler var; bedendeki bir dizi kimyasal reaksiyondan dolayı, yediklerimizin DNA’ya verdiği zarar var. Yediklerimizin bir kısmında kanser yapıcı, DNA’ya bağlanan maddeler var. Sigaranın kanserojen etkisi var. Bunun yanı sıra çevremizde maruz kaldığımız, soluduğumuz zehirli maddeler var. Bunlar durmadan DNA’mıza zarar veriyor. Günde milyonlarca DNA bazında hasar oluşuyor ve onarım mekanizması sürekli iş başında.

Sancar: Kseroderma pigmentosum denilen bir hastalık var. Kalıtsal bir hastalıktır ve Nucleotide excision genlerinden birinde olan mutasyondan kaynaklanır. Hem ana hem de babada her genin iki kopyası var. Eğer bu gen kopyalarının ikisinden birinde mutasyon varsa ana ve baba normal görünür. Ancak çocukları hem ana hem de babadan mutasyon taşıyan geni alırsa (ki 50% ihtimaldir) bu hastalığa yakalanır.

Bu çocuklar güneş ışığına aşırı hassastır, ancak geceleri sokağa çıkabilirler. O nedenle bunlara ‘gece bebekleri’ deniyor. Güneş ışınlarının sebep olduğu timin dimerlerini tamir edemedikleri için bu hastalarda deri kanserinin oranı normal insana göre 10,000 kat artıyor. Ayrıca vücutta sentezlenen veya dışarıdan alınan bir sürü kimyasal maddelerin sebep olduğu DNA baz hasarını tamir edemedikleri için de, iç organlarında da kanser oranı normal insanlardan 10 kat daha yüksek oluyor.

TAMİR MEKANİZMALARINDA NE BİLİNMİYOR?

Sancar: Üzerinde çalıştığımız Nucleotide excision repair büyük, küçük her türlü baz hasarını tamir eder. Soru şu: Ufak bir bozukluğu olan DNA bazlarını normal olan bir DNA bazından nasıl ayırt ediyor? Bir referans olması lazım. Mekanizması oldukça karışık. Bizim önerdiğimiz bir model var, Avrupalıların önerdiği bir başka model var. Bunlar üzerinde çalışıyoruz.

Bizim modelde DNA bazının tanım sorunu bazı, 16 proteinden oluşan enzimin 3-4 kez tekrar tekrar yoklamasıyla çözülür. Yazılmış bir makalenin 3-4 editörün elinden geçmesi gibi. Bu sayede hata yapma ihtimali azalmış olur. Ancak, 3-4 editörün de gözünden kaçan hatalar olabileceği gibi, bu onarım mekanizmasında da enzimin tekrar tekrar yoklamasına rağmen bozuk baz tanınmayabilir. Nadiren doğru baz yanlışlıkla bozuk baz sanılıp kesilir.

Bu iddia bizim modelin temel bir taşıdır. Gerçekten de Nucleotide excision repair enzim sisteminin nadir bile olsa yanlışlıkla bazen normal doğru DNA’yı kesip atabileceğini gösterdik. Kesilip atılan normal 27 bazın yerine çoğunlukla tekrar normal bazlar DNA polimeraz tarafından sentezlenir. Bazen sentezleme işlemi sırasında DNA polimeraz arada bir yanlış bazı koyar, mutasyon olur.

Netice olarak bir DNA onarım enzimi, bozuk DNA’yı kesip onaracağı yerde normal DNA’yı kesip mutasyon yapmış oluyor. Peki niye? Bu kadar genel kapsamlı bir enzim sistemi ancak genel davranabiliyor ve doğruyu yanlıştan ayırmayı belirli bir zaman içerisinde yapması gerekiyor. Yoksa bozuk bazı kaldırmadan önce hücre bölünecek ve mutasyon olacak. DNA hasarının hücre döngüsünü nasıl etkilediğini ve bu etkilemenin kanser tedavisinde nasıl kullanılabileceği araştırmasında adım adım ilerlemeler yapmış durumdayız.

GELDİK YUNUS EMRE DESTANINIZA!

4) Evet, TRANSCRIPTION-COUPLED REPAIR MEKANİZMASI: Bütün insan DNA’sı genlerden oluşmuyor. Ayrıca her dokuda sadece genlerin bir kısmı o dokuya özel proteinleri yapıyorlar. Bu nedenlerle doku’nun ve hücre’nin yaşamı için o dokuda okunup protein yapan genleri her şeyden önce onarmak lazımdır. Gerçekten de bunun böyle olduğu ve protein yapan DNA’nın, yapmayan DNA kısımlarından daha çabuk onarıldığı 25 yıldan beri biliniyordu. Ancak mekanizması bu uzun sürede esrarengiz bir olay olarak kaldı.

Asistanlarımdan biri ile transkripsiyonu DNA onarımına bağlayan enzimi arıttık ve bütün mekanizmayı bir tek makalede açık açık izah ettik. Daha ilgi çeken, insan sağlığı bakımından daha önemli olan buluşlarım var. Ama bence bu makalem benim en güzel makalemdir. Biyokimyası güzel, verileri güzel, sunuşu güzel. Türk arkadaşlara bu benim “Yunus Emre Destanım”dır derim.

5) MOLEKÜLER ARABALUCU (MOLECULAR MATCHMAKER): Görüldüğü gibi bilim hayatımın büyük bir kısmını protein-DNA bağlanmasına dayanan konular üzerinde geçirdim. Bu mekanizma aslında moleküler biyolojinin en temel konularından biridir. Proteinler, özel bir DNA dizisini veya özel bir DNA yapısını nasıl tanıyorlar?

DNA onarımı ve Transciption-Coupled Repair mekanizması üzerinde olan çalışmalarım sırasında hücrede DNA’ya çok sıkı bağlanan bazı proteinlerin test tüpünde DNA’ya bağlanmadıklarını gördüm ve bu bulgudan başlayarak bu proteinlerin DNA’ya arabulucu görevi yapan başka bir protein yardımı ile bağlandığını gösterdim.

“Arabulucu protein” gidiyor ve proteini DNA üzerine yerleştiriyor. Sonra kendisi aradan çıkıyor, tıpkı günlük hayattaki arabulucular gibi! Böylece hücrenin büyüyüp gelişmesini sağlıyor. İlk olarak DNA onarımında da bulduğumuz bu mekanizmanın DNA-protein bağlanması ile ilgili moleküler biyolojinin her alanında yaygın genel yöntem olduğunu birçok araştırmacı doğruladı.

GELECEK SAYI:

Aziz Sancar’ın biyolojik saat üzerine keşifleri

Not: Bu, CBT sayı 1037’de yayınlanan geniş söyleşiden özetlenmiştir.

Prof. Dr. Aziz Sancar

Prof. Dr. Aziz Sancar Mardin’in Savur ilçesinde 8 çocuğun 7.si  olarak dünyaya geldi ve hiç eğitimi olmayan anne ve babası  çocukları için eğitimin önemli olduğunun bilinciyle onların okumalarını sağladı. Prof. Sancar İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okuduktan sonra ABD’ye lisansüstü eğitim için gitti ve doktora derecesini 1977 yılında Dallas’taki Teksas Üniversitesi’nden Moleküler Biyoloji alanında aldı. Prof. Sancar DNA tamiri ve hücre döngüsü gibi alanlarda uzmanlaştı. 2015 yılında Kimya alanında Nobel ödülünü meslektaşları Tomas Lindahl and Paul L. Modrich ile birlikte DNA tamirinin mekanik çalışmaları ile ilgili yaptıkları çalışma ile aldı.

Prof. Sancar halen ABD’de Chapel Hill’de bulunan Kuzey Karolina Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’nde çalışmaktadır ve Komisyonumuz kendisi ile iletişime geçerek Prof. Sancar onuruna özel bir doktora programı başlatmıştır. Prof. Aziz Sancar onuruna Fulbright Türkiye Doktora Özel Bursu için ilk başvurular 2017 yılında alınmış olup bu programın ilk bursiyeri ABD’deki eğitimine Güz 2018’de başlayacaktır.

Internet ve medya üzerinden Nobel ödülü sahibi Prof. Dr. Aziz Sancar hakkında pek çok şey duyuyoruz. Bizim için kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz? Aslında daha çok bilinmeyen yönleri ile Aziz Sancar kimdir, bunu paylaşabilir misiniz?

1946’da Mardin’in Savur ilçesinde doğdum. Orada ilk ve ortaokulu okudum. Liseyi Mardin’de bitirdim ve İstanbul Tıp Fakültesi’nden birincilikle mezun olduktan sonra iki yıl doktorluk yaptım. Sonra ABD’ye geldim ve b urada Moleküler Biyoloji alanında doktora yaptım. Hayatım gerçekten basit. Internette ve sosyal medyada yazılı olandan farklı ekleyebileceğim bir şey yok.

Akademik başarının olabilecek en üst ünvanına kavuşmuş, yıllardır bilimsel çalışmaların içerisinde başarı ile yer almış ve binlerce öğrenciye örnek teşkil etmiş birisi olarak sizce başarı nedir ve başarılı olmanın sırları nelerdir?

Başarı yaptığınız işi en iyi şekilde yapmak ve bunun için de çok çalışmak demektir. Özellikle, eğer bilim yapıyorsanız en üst düzeyde bilim yapmaya çalışacaksınız. Benim başarı formülüm budur.

Tıp doktoru olmaya nasıl karar verdiniz ve Türkiye’de aldığınız temel tıp eğitimi size nasıl avantajlar sağladı veya hangi dezavantajları yaşadınız?

Aslında ben Tıp doktoru olmak istemiyordum. Kimyager olmak istiyordum. Lise 2. sınıftayken çok iyi bir Kimya hocam vardı ve Onun tesiriyle ben Kimyager olmak istedim. Fakat o zamanlar İstanbul’da üniversiteye giriş sınavı her fakülte için ayrı ayrı oluyordu. Ben hem Kimya bölümünün, hem de arkadaşlarımın isteği üzerine Tıp faküktesinin sınavına girdim ve her ikisini de kazandım. Kimya bölümüne kaydolacaktım fakat liseyi birlikte okuduğum Mardinli 5 arkadaşımla birlikte Tıp fakültesinde de beraber okuyalım diye Tıp fakültesine kaydolduk ve Tıp okuduk. İstanbul Tıp Fakültesi bana hem temel bilimlerde hem de klinik bilimlerde çok güzel bir eğitim verdi. Ve o bakımdan ben ABD’ye geldiğimde teorik yönden hazırlıklıydım. Türkiye’de tabii o zamanın koşulları içinde deneysel bilim yapmak çok zordu. Deneysel araştırma yapma imkanlarımız kısıtlıydı. Zaten Tıp eğitiminde deneysel araştırma yapma pek imkanı yoktur fakat teorik olarak çok güzel yetiştirdi Türkiye beni.

Eğitiminize yurtdışında devam etme kararınız nasıl oluştu? Klinik çalışma ve araştırma yapma arasındaki seçimi nasıl yaptınız?

Ben DNA’yı ve DNA’nın çift sarmal yapısını Tıp 2. sınıftayken öğrendim, ve onu öğrendikten sonra Biyokimyacı olmaya karar verdim. Fakat önce Tıp eğitimimi bitirdim. Tıp 5. Sınıf öğrencisiyken Biyokimya hocamla konuşmuş ve Biyokimya ihtisası yapmak istediğimiz söylemiştim. O da  bana “Aziz, Tıbbiye okuyan bir insanın en az bir-iki yıl doktorluk yapması lazım. Onun için bir süre doktorluk yapmanı tavsiye ederim” demişti. Ben de mezun olduktan sonra Savur’un bir köyünde gittim doktorluk yaptım. Hocam iyi ki böyle söylemiş, iyi ki tavsiye etmiş çünkü hayatımın en güzel hatıraları Savur’un köylerinde doktorluk yapmak oldu. Fakat dediğim gibi ben Tıp fakültesi 2. sınıftan beri Biyokimya ihtisası yapmaya karar vermiştim. Allah rahmet eylesin iç hastalıkları hocam Muzaffer Alpsoy’un tavsiyesiyle ABD’ye geldim. Gelmeme yardımcı olan bir etken de NATO Bursu kazanmam oldu. NATO bursuyla ABD’ye geldim. Bir ara zorluklar çektim. Ondan sonra, Teksas’a gidip doktoramı orada yaptım.

ABD’ye ilk hangi yıl gittiniz ve ilk gittiğinizde neler yaşadınız? 

ABD’ye 1972 yılının yazında veya sonbaharında geldim. Aslında benim hayatımda pek fazla değişiklik olmadı çünkü İstanbul kozmopolit bir şehirdi. Burası da pek değişik değildi o yönden ve İstanbul’da hep yaptığım çalışmaktı, buraya geldiğimde de aynı şeyi yaptım. Fakat iki fark vardı. Biri İstanbul’da tabii herkesle Türkçe konuşuyordum, ancak burada İngilizce konuşamıyordum çünkü benim lisedeki yabancı dilim Fransızca’ydı. O bakımdan buraya gelip İngilizce konuşamıyor olmak yüzden çok zorluk çektim.

Fulbright bursu ile ABD’ye giden öğrenciler ABD’deki ilk günlerinde bazı sıkıntılar yaşayabiliyor. Siz ABD’de ilk günlerinizde zorluk yaşadınız mı, neler sizi zorladı, nelere çabuk alıştınız? 

Çoğu Türk öğrenci yemek konusunda zorluk çeker. Bu benim için sorun olmadı çünkü ben Tıp fakültesindeyken de ekmek peynirle geçinirdim. ABD’de de öyle oldu. Yemek benim için sorun olmadı, ama arkadaşım yoktu. Tıp fakültesindeyken bütün uyanık saatlerimi ders çalışmakla geçiriyordum, ancak 4-5 yakın arkadaşım vardı. İstediğim zaman onlarla görüşebiliyordum. O destek vardı, ama ABD’de bu destek yoktu ve tabii bunun yarattığı bazı psikolojik sorunlarım oldu.

Arkadaş sorununu nasıl çözdünüz?

Ben ilk önce Johns Hopkins’e gelmiştim sonra Teksas’a gittim. Ve Teksas’a gittiğim zaman hem İngilizce öğrenmiştim hem de biraz olgunlaşmıştım tabii. Amerikalılar’ın Türkler’den üstün olmadıklarını, Türkler’in de Amerikalılar’dan üstün olmadıkları yönünde düşünmeye başladığım için artık insanlarla olan münasebetim daha normal hale geldi. Teksas’ta arkadaşlarım oldu ve biliyorsunuz o arkadaşlarımdan bir tanesi Gwen’di ve sonunda onunla evlendim.

Teksas’ta doktora öğrencisi olduğunuz yıllarda başınızdan geçen ilginç bir olay oldu mu? Olduysa kısaca anlatır mısınız?

Eşim Gwen benimle tanışana kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu hiç duymamıştı ve bu bana ilk başta çok ilginç geldi. Ancak şimdi arabasının plakasında “Türk Evi”yazıyor ve burada şu anda Türkiye’nin fahri konsolosu. Demek istediğim şu ki, sadece Gwen değil bütün Amerikalılar Türkiye’yi ve Türkler’i tanımıyorlar. Bu konuşmamızı filme alan kişi, Atatürk’ün resmini koymak istediğimde buraya, “bu adam kim?” diye sordu. “Atatürk” dedim. Atatürk’ü hiç duymamış. Bu gerçekten beni çok üzdü. Yani Amerikalılar’ın bizden hiç haberi yok. Bu benim için hem üzücü hem de hiç beklemediğim bir durumdu. Amerikalılar’ın çoğu Gandhi’yi, Mao’yu, Mandela’yı tanır. Ama Atatürk hepsinin önderiydi, hepsi Atatürk’ü örnek almış insanlar. Atatürk, bütün dünyada istiklal savaşı fikrinin başlamasına sebep olan adam, Amerikalılar tarafından neredeyse hiç tanınmıyor. Her zaman söylediğim gibi, eğer karşınızdakinden saygı istiyorsanız önce kendinize saygı göstereceksiniz. Gwen’le olan ilişkimizde, ona insanımızı, kültürümüzü ve tarihimizi anlattım. O da sadece benim söylediklerimle yetinmedi. Kendi de hem Türk kaynakları hem de yabancı kaynakları, Türkiye hakkında objektif olan kitapları okudu, ve bizim büyük bir millet, büyük işler başarmış bir millet olduğumuzu ve Atatürk’ün olağanüstü işler başarmış bir devlet adamı olduğunu anladı. Şimdi bunları biliyor ve o yüzden Türkler için yaptıklarını içinden gelerek yapıyor. Birçok Türk’ten daha fazla Türk oldu diyebilirim.

Nobel ödülünden sonra hayatınızda neler değişti? Bu ödül araştırmalarınızı ve günlük hayatınızı nasıl etkilendi? İnsanların ilk başta gösterdiği yoğun ilgi devam ediyor mu?

Nobel ödülü aldıktan sonra günde ortalama uluslararası iki konuşma daveti gelmeye  başladı. Konuşma ücretleri de 10.000 ile 20.000 Dolar arası değişiyor. Fakat ben kendime Türkiye, Türki Cumhuriyetler ve KKTC haricinde bir yere gitmeyeceğim diye bir söz verdim. Bu yüzden, Türkiye ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve KKTC dışında başka bir yere gitmiyorum. O yönden Nobel’in seyahatlerime ve çalışmalarıma bir etkisi olmadı. Fakat Türkiye’den günde aşağı yukarı 2 davet geliyor. Üniversitelerden ve öğrencilerden gelen  bazı davetleri geri çevirmek zorunda kalıyorum, ama bunu yapmak da zor oluyor. Bu davetleri kabul etmesem bile her birine ayrı kişisel bir mektup yazmam zaman alıyor ve herkese de hayır demek olmuyor. Bunun dışında, Nobel’den sonra çalışmalarımız, yayınlarımız aynı hızla devam ediyor ve bu beni memnun ediyor. Ama bir de ABD’ye her gelen Türk gelip beni görmek istiyor. Gelmeyin desem de dinlemeyip ofisime gelenler oluyor. Onlara çok teşekkür ediyorum, ama işim gücüm etkileniyor. Ben bu ödülü Atatürk’e ithaf ettim, cumhuriyete ithaf ettim, memleketime ithaf ettim. “Bu ödülü ben memleketime borçluyum” dedim. Bunları söyleyince, Türkiye halkı ve bütün Türk dünyası halkları ilgi gösterdi ve bu ilgi de bazı istekler doğurdu. Bu istekleri nasıl karşılayacağımı bilmiyorum.  Onları da haklı görüyorum. Ben artık Türkiye ve Türk dünyası için sadece bir bilim insanı olarak değil, bir de bu Türklük davasına adanmış bir insan olarak algılanıyorum. O bakımdan bir de bunun yükü var omuzlarımda. O yüzden, her gün Allah’a bana taşıyamayacağımdan fazla yük vermemesi için dua ediyorum.

Fulbright Programı hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Fulbright’tan Allah razı olsun çünkü 60 küsur yıldır Fulbright sayesinde birçok başarılı çocuğumuz ABD’ye geliyor ve burada ileri derecede bilim veya herhangi bir konuda çalışmaların nasıl yapıldığını ilk elden görüyor. Burada öğrenilecek çok şey var ve Fulbright bunları öğrenme fırsatı sağlıyor. Aynı zamanda hem Amerikalılar’ın Türkiye’yi tanıması hem de bizim onları tanımamız bakımından faydası oluyor. O bakımdan ben gerçekten Fulbright Programını tebrik ediyorum. Fulbright bursunu alan bir çok insandan bu programın onlara gerçekten faydası olduğunu duydum. Fulbright bursu ile ya da herhangi başka bir vasıtayla buraya gelen Türkler’den beklentimiz ülkelerini unutmamaları. Fakat gördüğüm kadarıyla, Fulbright bursu ile gelenler memleketini unutmuyor, ülkesini unutmuyor ve burada öğrendikleri pozitif şeyleri Türkiye’ye götürüyorlar. O bakımdan ben Fulbright’ı gönülden destekliyorum.

Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu ile yolunuz nasıl kesişti? İsminizi taşıyan bu burs programını başlatma fikri nasıl oluştu?

Sağ olsunlar ilk iletişimi Komisyon yetkilileri kurdu. “Madem siz eğitime bu kadar önem veriyorsunuz, özellikle kızlarımızın eğitimine o kadar önem veriyorsunuz. Biz size yılda bir, bir doktora öğrencisi gönderelim ve bu programa sizin adınızı verelim” dediler. Ben de çok memnun oldum. Hem çok onurlu bir şey hem de bu vasıtayla yeni nesli yetiştireceğiz. İlk öğrencim tabii bir kız çocuğumuz. Ona da ayrıca sevindim. İnşallah bu program devam eder.

Fulbright-Prof. Aziz Sancar Doktora burs programı kapsamında önümüzdeki sene sizinle doktora çalışmasına başlayacak bursiyerlerimize iletmek istediğiniz mesajlar var mı?

Bu programın ilk bursiyeri, Nazlı Değer. Onunla yazıştık ve onu tebrik ettim çünkü Fulbright’ı kazanmak kolay değil. Ancak, aynı zamanda burada çok çalıştığımızı ve buna hazırlıklı gelmesini de söyledim. Kendisinin hocalarından da çok çalışkan bir öğrenci olduğunu öğrendim. Başarılı olacağına inanıyorum.

Bildiğiniz gibi bugün 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı. Nobel ödülü almış bir bilim insanı olarak akademik olarak ilerlemek isteyen Türk gençlerine neler tavsiye edersiniz?

Atatürk’ün başlattığı devrimleri, Atatürk’ün bilime verdiği önemi hiç unutmamak ve Atatürk’ün söylediği “Cumhuriyeti biz kurduk. Cumhuriyeti sizler yaşatacaksınız ve Cumhuriyeti yaşatmanın tek yolu bilim yapmaktır.”sözünü hiç unutmamaları gerektiğini söylemek isterim. Umarım sizin nesliniz ve sizden sonra gelecek nesiller ülkemizi daha ileriye götürürler ve biz de ABD, Avrupa ve tüm batı dünyası düzeyinde bilim yaparız. Şunu da söyleyeyim, 19 Mayıs benim için çok önemli bir tarih, çünkü 1683 Viyana Bozgunu’ndan sonra ilk defa Batı’ya dur dediğimiz ve cumhuriyeti kurmak için yola çıktığımız gündür. Daha sonra birçok bilimsel ve sosyal inkılaplar yapıldı ve onlar sayesinde bu seviyeye ulaştık, ama yeterli değil. Daha ileriye gitmemiz gerekiyor. Ve dediğim gibi 19 Mayıs’a o kadar önem veriyorum ki burada Türk Evi’ni kurduğumuzda özellikle 19 Mayıs’ta açılmasına karar verdik ve bugün aynı zamanda bu evin 10. kuruluş yıldönümüdür.

Türkiye’deki eğitim sistemi hakkındaki genel düşünceleriniz nelerdir? Mevcut eğitim sisteminin uluslararası anlamda yarışacak düzeyde olabilmesi için nelerin acilen iyileştirilmesini tavsiye edersiniz?

Öncelikle olumlu birşey söylemek isterim. Türkiye’de eğitim ve araştırmaya büyük yatırımlar yapılıyor. Bu bir gerçek. Fakat şu da bir gerçek ki, Türkiye’de şu anda Batı ile yarışacak derecede bilim yapmıyoruz. Önemli olan, kimin akrabası veya dostu olduğunuzdan ziyade liyakate bağlı bilim yapmaktır. Bilim insanlarına kendi araştırmalarını yapmaları için özgürlük vermek gerekiyor. Ve bir de bilimi din ve politika dışında bırakmak gerek. Ama bu sadece devletin veya dinin bilim insanlarının çalışmalarına karışmamaları değil, aynı zamanda bilim insanlarının da siyasete ve dine karışmamaları anlamına geliyor, çünkü bilim ve siyaset birbirinden ayrı şeyler. Ancak, bunu ne hükümetlerimiz ne de bilim insanlarımız başarabilmiştir. Ben üniversitedeyken bile bu bir sorundu. Eğer hükümetin verdiği bir kararı hocalar beğenmiyorsa cübbelerini giyer Anıtkabir’e giderler, ve orada bu kararı protesto ederlerdi. Benim fikrime göre, ya bilim yaparsınız ya devleti idare edersiniz. Tabii ki sosyal bilimcilerin yönetim ve demokrasi için söyleyecekleri değerli fikirleri vardır ve onları dinlemek gerekir. Ama Fizik, Kimya, Moleküler Biyoloji veya başka pozitif bilim alanalrında çalışan bilim insanları işini gücünü bırakıp devleti yönetmeye kalkarsa ulaşmaya çalıştığımız seviyeye ulaşamayız. Toparlamak gerekirse, dediğim gibi, bilimsel araştırma yapma özgürlüğü sağlamak, liyakate bağlı bilim yapmak, başarılı bilim insanlarını desteklemek ve bilimi siyasetten, dinden ayrı tutmak gerekiyor.

DNA onarımı ile ilgili çalışmalar sonucunda bunun insan üzerinde bir tedavi olarak kullanılmasına ne kadar yakınız? Araştırmanızın geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu konuda son makalemiz geçen hafta çıktı ve bir kanser ilacını farelere verdiğimizde günün hangi saatinde hangi genin hangi kısmının onarıldığını tespit ettik. Farelerdeki 20.000 genin günün hangi saatinde onarıldığının haritasını çıkardık. Bunun ikinci aşaması, farelerde üretilmiş insan kanserine bunu tatbik etmek. Şimdi bunu yapıyoruz. Ondan sonra da insanlara geçeceğiz. Maalesef bilimde ilerleme yavaş oluyor. Kademe kademe oluyor. Mesela, farelerde yaptığımız bu araştırmaya 7 yıl önce başlamıştık ve ancak şimdi bitirebildik. O bakımdan bir süre sorarsanız ona cevap veremem fakat bir planımız ve bir yolumuz var. Onu takip edeceğiz.

Türkiye’de en çok neyi özlüyorsunuz?

Türkiye’nin her şeyini özlüyorum ama Türkiye’nin en fazla insanını özlüyorum. Biz gerçekten belki fazla kavga, gürültü yaparız, ama gerçekten sıcak insanlarız ve ben bunu özlüyorum. Yemek bakımından benim basit yemek tercihlerim var. Simit ve Ege incirini özlerim. Bir ara İzmir inciri demişim ve Aydınlılar memnun olmamışlar. O bakımdan Ege inciri diyorum şimdi. Ben İstanbul’da 6 yıl Tıp okudum. Her gün Tarabya’dan otobüsle aşağı giderken Süleymaniye’yi görürdüm ve gözlerim yaşarırdı. Ben hassas bir insanım. O camileri özlerim, o muhteşem camileri özlerim.

Fulbright bursiyerlerine söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Fulbright öğrencilerine, çok çalışmalarını söyleyebilirim. Sadece kendinizi ve ailenizi değil, Türkiye’yi ve Türk dünyasını temsil ediyorsunuz. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan bir Türk dünyası var ve siz onları temsil ediyorsunuz. Ben geçen ay Kazakistan, Kırgızistan ve KKTC’yi ziyaret ettim. Orada bir Türklük bilinci var ve bizim ne yaptığımızı takip ediyorlar. Bizler onların da temsilcisiyiz. O bakımdan onları unutmayın.

Aziz Sancar

Aziz Sancar (d. 8 Eylül 1946, Savur, Mardin), Türk doktor, akademisyen, biyokimyager, moleküler biyolog ve bilim insanıdır. Yapmış olduğu çalışmalarla 2015 yılında Nobel Kimya Ödülü’nü kazanmıştır.[1][3]

1946’da Mardin’in Savur ilçesinde dünyaya gelen Aziz Sancar, 1997 yılından beri ABD’deki Kuzey Karolina Üniversitesi’nde görev yapmaktadır.[4] Son 20 yıldır DNA onarımının pek çok parçasının tanımlanmasında kullanılan biyokimyasal yaklaşımlardaki öncülüğü ile tanınır.[5] Aynı zamanda Mehmet Özdoğan ile birlikte ABD Ulusal Bilimler Akademisi’ne seçilen ilk Amerikalı Türktür. Sancar, hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran araştırmaları nedeniyle 2015’te Nobel Kimya Ödülü’nü kazanmaya layık görülmüştür.

Aziz Sancar’ın geliştirip ismini koyduğu “maxicell tekniği” ve kendi buluşunu yapıp ismini koyduğu “excinuclease/excision nuclease enzimi” terimleri, İngiltere’deki Oxford Üniversitesi Biyokimya ve Moleküler Biyoloji Sözlüğü’ne girmiştir.[6][7][8]

Hayatı

1946’da Mardin’in Savur ilçesinde, orta gelirli çiftçi bir ailenin sekiz çocuğundan yedincisi olarak dünyaya geldi. Aziz Sancar, ilk ve orta eğitimini Mardin’de tamamladı. Lise yıllarında futbolla ilgilendi, ancak son sınıfta futbolcu olmaktan vazgeçerek yüksek öğrenimine devam etmek üzere İstanbul’a gitti.

1963 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1969 yılında birincilikle mezun oldu.[6] İki yıl Savur’da bir sağlık ocağında hekimlik yaptıktan sonra bir NATO-TÜBİTAK bursu ile önce Johns Hopkins Üniversitesi, ardından Dallas Teksas Üniversitesi’ne gitti.[9] Dallas’ta iken üniversitenin moleküler biyoloji programına ve Caude Rupert’ın laboratuvarına katıldı. Bu laboratuvarda Sancar, danışmanı Claud Rupert ile ”fotoliyaz” olarak adlandırılan bir geni klonlamış ve genetik mühendisliği ile bakterilerde çok yüksek oranlarda çoğaltmıştır.[9] Bu genin kodladığı enzim, ultraviyole ışıkları ile zarar görmüş DNA’nın onarımını yapmaktaydı. Bu buluş, Aziz Sancar’ın önce yüksek lisans, ardından doktora derecesi (1977) almasını sağladı.[9]

Aziz Sancar, 1977-1982 yılları arasında Yale Üniversitesi’nin tıp fakültesinde çalıştı. Bu dönemde fotoliyaz enzimi çalışmalarına ara verip nükleotit kesim onarımı araştırmalarına başladı.[9]DNA onarımı dalında doçentlik tezini tamamladı. 1997 yılından itibaren araştırmalarını biyokimya ve biyofizik alanında yaptığı çalışmalarla tanınan ABD’nin Kuzey Carolina eyaletindeki Chapel Hill’de, Kuzey Carolina Üniversitesi biyokimya ve biyofizik bölümünde sürdürmektedir.

DNA onarımı, hücre dizilimi, kanser tedavisi[10] ve biyolojik saat üzerinde çalışmalarını sürdüren Sancar, 415 bilimsel makale ve 33 kitap yayımladı. Sancar, kanser tedavisinde sirkadiyen saat kullanımıyla ödüller aldı.[11][12] 2001 yılında Amerikan Kimya Cemiyeti tarafından verilen Kuzey Carolina Seçkin Kimyager Ödülü’nü almaya hak kazanan Sancar, 2005 yılında bilim dünyasının en prestijli üyelikleri arasında yer alan ABD Ulusal Bilimler Akademisi’ne seçilerek bu akademiye seçilen ilk Amerikalı Türk bilim insanı oldu.[13] Bu ödülü aldıktan sonra, ABD’de okuyan Türk öğrencilerine yardım etmek ve Türk-Amerikan ilişkilerini geliştirmek amacıyla eşiyle birlikte Aziz & Gwen Sancar Vakfı’nı kurarak ABD’nin Kuzey Carolina eyaletinde “Carolina Türk Evi” isimli bir öğrenci misafirhanesi açtı.[6] 2006 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’ne aslî üye olarak seçildi.

Nobel Kimya Ödülü alması

Sancar, Hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran araştırmalarından dolayı Amerikalı Paul Modrich ve İsveçli Tomas Lindahl ile birlikte 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü.[14] Bu üç araştırmacı, 30 yıldan uzun süre birbirlerinden bağımsız olarak ve büyük oranda bakteri hücrelerinde çalışmaktaydılar.[9] Sancar nükleotit kesim onarımı alanında buluşlar yapmış, Tomas Lindahl ve Paul Modrich ise diğer DNA onarımı mekanizmaları olan bazı kesim onarımı ve yanlış eşleşme onarımını keşfetmişlerdir. Aydınlattıkları temel mekanizmalar, daha sonra insanlar dahil olmak üzere kompleks organizmalarda da gösterilmiştir. Örneğin, nükleotit kesim onarımı bozuklukları ile deri kanserleri arasında doğrudan nedensel ilişki bulunmuştur.

Aziz Sancar’a İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından verilen Nobel Kimya Ödülü, Alfred Nobel’in ölüm yıldönümü olan 10 Aralık’ta, düzenlenen törenle verildi.[15] Ödül, İsveç Kralı XVI. Carl Gustaf tarafından takdim edildi. Sancar, ”Beni ödüle götüren, Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı eğitim devrimidir. Dolayısıyla bu ödülün sahibi, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden Anıtkabir Müzesi’dir.” diyerek Nobel Ödülü ile madalya ve sertifikasını Anıtkabir’e teslim etmiştir.[16] Ödül, Anıtkabir’deki Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde kendisine ayrılan özel alanda sergilenmektedir.[17]

Popüler kültür

Sancar, 2016’da yaptığı bir açıklamada 5 TL üzerindeki DNA sarmalının hatalı olduğunu, bunu Merkez Bankası’na ilettiğini ancak uyarılarına rağmen bunun düzeltilmediğini söyledi.[18]

Ayrıca Aziz Sancar’ın ismi, Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı tarafından İstanbul’da 2018 yılında proje okulu olarak açılan Aziz Sancar Anadolu Lisesi’ne verilmiştir.[19]

2019 yılında Aziz Sancar, Ahmet Davutoğlu’nun ricası üzerine katıldığı ve dört senedir yürüttüğü İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Mütevelli Heyeti üyeliğinden istifa ettiğini duyurdu.[20]

Özel yaşamı

Aziz Sancar, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşıdır. Biyokimya profesörü Gwen Boles Sancar ile evlidir.[2][5] Sancar aynı zamanda, HDP eş genel başkanı olan Mithat Sancar ile akrabadır.

Etnik köken tartışmaları

Nobel Ödülü’nü aldıktan sonra Aziz Sancar’ın etnik kökeni gündeme gelmiştir. Aziz Sancar, bu konu hakkında anne ve babasıyla Arapça konuşulduğunu ama kardeşler arası Türkçe konuşulduğunu belirtmiştir.[21] Sancar, verdiği her röportajda Arap olarak gösterilmekten rahatsız olduğunu ve Türk olduğunu vurgulamıştır.[7][8][22] Ağabeyi Tahir Sancar’ın ifadesine göre, ailesi Oğuz Türklerinin Hasi kolundan olup Horasan’dan Mardin’e göç etmiştir.[23]

Çalışma stili

Aziz Sancar, vermiş olduğu bir röportajda 40 yaşına kadar günde 18 saat çalıştığını, daha sonra ise bunu günde 12 saate düşürdüğünü söylemiştir.[24]

İlginizi Çekebilir

Yorumlar

Son Eklenenler

Çok Okunanlar

Takvim 2024 – KaçGün